28 Temmuz 2007 Cumartesi

KAĞITHANE SADABAD SAHNESİ 212 321 73 95
ÜSKÜDAR KEREM YILMAZER SAHNESİ

AÇIK HAVA SAHNESİ

AÇIK HAVA SAHNESİ
Adres :
İlçe :
Telefon : (0212) 232 16 52
Koltuk Sayısı : 4000

ÜMRANİYE SAHNESİ


ÜMRANİYE SAHNESİ
Adres : HALDUN ALAGAŞ SPOR KOMPLEKSİ ÜMRANİYE SAHNESİ ÜMRANİYE/İSTANBUL
İlçe : ÜMRANİYE
Telefon : (0216) 634 26 70
Koltuk Sayısı : 404

HARBİYE CEP TİYATROSU


HARBİYE CEP TİYATROSU
Adres : HARBİYE
İlçe : HARBİYE
Telefon : (0212) 240 77 20
Koltuk Sayısı : 54

F.REŞAT NURI SAHNESİ


F.REŞAT NURI SAHNESİ
Adres :
İlçe : FATİH
Telefon : (0212) 526 53 80
Koltuk Sayısı : 336

GAZİOSMAPAŞA SAHNESİ


GAZİOSMAPAŞA SAHNESİ
Adres : BELEDİYE SARAYI YANI GAZİOSMANPAŞA
İlçe : GAZİOSMANPAŞA
Telefon : (0212) 578 60 67
Koltuk Sayısı : 262

H.MUHSIN ERTUĞ. SAHNESİ


H.MUHSIN ERTUĞ. SAHNESİ
Adres : DARÜLBEDAYİ CAD. NO:3 HARBİYE/İSTANBUL
İlçe : HARBİYE
Telefon : (0212) 240 77 20
Koltuk Sayısı : 588

Şehir Tiyatroları Sahneleri


K.HALDUN TANER SAHNESİ
Adres : İSKELE MEYDANI
İlçe : KADIKÖY
Telefon : (0216) 349 04 63
Koltuk Sayısı : 292

18 Temmuz 2007 Çarşamba

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-3


19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-3
Tanzimat sonrası dönemin geleneği olan Avrupalı uzmanlara başvurma adeti Cumhuriyet döneminde de sürdürüldü ve Türkiye`nin kentlerini modernleştirmek üzere birçok Avrupalı uzman davet edildi. İstanbul`un gelişmesini "nazım planlar"la denetim altına almak için ilk çaba 1930`larda görüldü. Bu ilk danışmanlar heyeti Fransız ve Almanlardan oluşuyordu: Alfred Agache, Herman Elgötz, H. Lambert ve Martin Wagner`in kent planmasında temel konular olan, büyüme, ulaşım, tarihi korumacılık ve bölgelerin oluşturulması gibi alanlardaki önerileri uygulanmadı, ancak raporları günümüze kadar geldi. Öte yandan, 1936 ile 1951 arasındaki İstanbul`da bulunan Fransız mimar ve plancı Henri Prost hayati bir rol oynamıştı. Prost`un İstanbul için geliştirdiği projenin bazı bölümleri halen yürürlüktedir. Prost`un planı bu kitapta ele alınan değişik devirlerdeki birçok konuyu içermesi açısından da ilginçtir. Örneğin, İstanbul için önerdiği karayolu ağı, von Moltke`nin 1839 planını hatırlatmaktadır; Teodosios Surları`na paralel giden arter, 1900 yılında bir Ringstrasse (çevreyolu) yapılması için öne sürülen noktaları hatırlatır. Bir diğer örnek, Prost`un önerdiği Galata Köprüsü-Beyazıt bağlantısının, Gavand`ın 1876 yılında düşündüğü metro sistemine benzerliğidir.
Planlamada ikinci dalga 1950`lerde yaşandı. Bu aşamada görüşlerine başvurulan uzmanlar, Alman plancı Hans Högg ile İtalyan plancı Luigi Piccinato`dur. Högg`ün çalışmaları özellikle mekansal kullanım esasına göre ayrışmanın önemine değinirken, Piccinato`nun planı daha genel, bölgesel bir yaklaşım içeriyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısında Türk plancı ve mimarlar İstanbul`un planlamasıyla daha doğrudan meşgul oldular. 1950`lerden sonra yaşanan, kentin o zamana kadar görülmemiş oranda büyümesi, kent planlamasının mevcut sorunlarına yeni bir boyut ekledi.Tanzimat`ın ilanından bu yana 150 yıldan fazla bir zaman geçti. Bu uzun süre zarfında kentte ulaşım ağı geliştirildi, yeni yollar ve meydanlar açıldı, çıkmaz sokaklar neredeyse tümüyle ortadan kalktı, İstanbul ve Galata tarafının sahilllerinin büyük bölümü düzene sokuldu, en ücra mahallelere çağdaş ulaşım götürüldü ve yapılaşma neredeyse tamamen kagire (bugün beton anlamına geliyor) dönüştürüldü. Beton yapılaşmanın kalitesizliği nedeniyle yeni binaların bile harap ve tamamlanmamış bir görünümü vardır. Haliç`in iki yakası arasındaki karşıtlık günümüze kadar gelmiştir. İstanbul ve Galata hala değişik görünümdedirler: İstanbul`un silueti cami ve külliyelerin kubbe ve minareleriyle belirlenmeye devam ederken, Galata tarafının Batılı görünümü bazıları yirmi katı aşan binaların inşasıyla daha da belirginleşmiştir.Bugünün İstanbul`u devasa bir alana yayılmıştır. Kent sınırları artık Teodosios Surları`yla belirlenmiyor, batıya doğru uzanıyor. Son otuz yıldır oluşan yeni yerleşmeler Haliç`in iki yakasında da 19. yüzyıl kent sınırlarının kilometrelerce ötesine geçti. Bu gelişme çok çabuk ve çoğu kez organik oldu; sonuç bir kez daha düzensiz yerleşme kalıplarıydı.19. yüzyıl kentinin sorunları bugün de devam ediyor, ilk plancıların hedefleri de. 20. yüzyıl plancıları hala 1836`da Reşid Paşa`nın imparatorluğa getirdiği "intizam" kavramını oturtmaya çalışıyorlar.
Tanzimat Fermanı Sonrası Yapılan Büyük Mimari Projeler
Tanzimat Fermanı`nın 1839`da ilanından, 1908`de II. Meşrutiyet`in ilanına kadar geçen yetmiş yıl içinde, İstanbul`a yönelik üç iddialı ve geniş kapsamlı kent tasarımı projesi hazırlandı. Bu projelerin ortak amacı ulaşım ağını modernleştirmek ve Batı teknolojisi ile kültürünü esas alan bir kent imajı geliştirmekti. Her üç tasarı da yabancı mimar ve mühendislere ihale edildi.Helmut von Moltke`nin eseri olan 1839 tarihli ilk plan, Abdülmecid zamanında tamamlandı; Tanzimat heyecanının açtığı yoldan yürümekteydi. F. Arnodin ve Joseph Antonie Bouvard tarafından önerilen diğer iki proje ise Abdülhamid döneminde gündeme geldi. Dönemin başka birçok projesi gibi, bunlar da gerçekleşemeyen iddialı tasarımlardı. Her iki plan da imparatorluğun geçişteki gücünü ön plana çıkarmayı ve bu gücü simgesel olarak başkentteki yeniden inşa projelerinde ifade etmeyi umuyordu.Bir Bütün Olarak Düşünülen Kent: Von Moltke PlanıTanzimat reformlarının anahtar kavramlarından biri olan merkeziyetçilik, daha 1839`da kent planlamasına yansımıştı. Peyderpey yapılmış olan kent ilk kez bir bütün olarak düşünülüyordu. Helmuth von Moltke, II. Mahmut tarafından İstanbul`un ayrıntılı bir haritasını çıkarmak ve sokak örüntüsünü düzeltecek bir plan yapmakla görevlendirildi. Her ne kadar bu planı henüz bulunamamışsa da, Von Moltke`nin haritası birkaç kez yayımlanmıştır. Ancak, Ergin`in yayımladığı 1839 tarihli bir belgede projenin ayrıntılı tarifi vardır. Von Moltke`nin planının, salt sözlü olarak ifade edilmiş olması mümkündür, çünkü bugüne dek bu plana ait herhangi bir kanıt ele geçmemiştir.Von Moltke`nin başlıca amacı, İstanbul yarımadasının ticari ve idari işlerinin yürütüldüğü kalbiyle eski Bizans kapıları arasında geniş yollar açarak kesintisiz ve kolay bir ulaşım ağı geliştirmekti. Aynı zamanda, konut mimarisi, yangınları önlemek amacıyla aşamalı olarak ahşaptan kagire dönüştürülecekti. Von Moltke beş 60 ana arter öneriyordu. Birincisi, Topkapı Sarayı`nın dış kapısı olan Bab-ı Hümayun`u Aksaray`a bağlayacak, yani eski Divanyolu`nu (Bizans döneminin Mese`sini) izleyerek Beyazıt Meydanı`ndan geçecekti. İkinci yol Aksaray`ı Teodosios Surları üzerindeki Topkapı`ya bağlayacaktı. Beyazıt Meydanı`nı Fatih`e bağlayan üçüncü yol, Fatih Külliyesi`nde ikiye ayrılarak iki büyük Bizans kapısı olan Edirnekapı`ya ve Eğrikapı`ya ulaşacaktı. Dördüncü bağlantı ise Kadırga ve Yedikule arasında Marmara sahilini izleyecekti. Son olarak beşinci yol, Eminönü`nde Yeni Cami önünden başlayarak, Haliç`e paralel gidecek ve kentin en önemli Müslüman ibadet merkezi olan Eyüp`te son bulacaktı. Von Moltke`nin projesi kentin eski Bizans yollarını izlemekteydi. Gerçekten de Konstantinopolis`te forumları birbirine bağlayan ana cadde, yani Mese, Forum Tauri`de (Beyazıt Meydanı) ve Forum Bovis`de (Aksaray) ikiye ayrılarak Teodosios Surları`ndaki kapılara ulaşıyordu. Ayrıca, Von Moltke İstanbul yarımadası sahilinin iki yakasında, Haliç ve Marmara`da sahile paralel iki büyük yol önermiş, ancak Haliç ile Marmara kıyıları arasında doğu ve batı arterlerini birleştirecek bağlantıları öngörmemişti. Moltke`nin amacı sadece başlıca mahalle ve kapılara ulaşımı sağlamaktı.

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-2


19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-2
Bu çalışmalar başkentin belli başlı odak noktalarına ulaşımın kolaylaşmasını sapladı. Modern taşıt sistemlerinin kurulmasıyla ulaşım daha da kolaylaştı. Yeni açılan veya genişletilen ana arterlerin üzerinde işleyen tramvay hatları, İstanbul ve Galata`nın dağınık semtlerini birbirine bağladı. Haliç`in üzerinde yapılan iki köprü, iki yaka arasında ulaşımı kolaylaştırdı. Kentin coğrafi olarak birbirinden kopuk bölgelerinin, İstanbul, Galata, Üsküdar ve Boğaz köylerinin bağlantıları ise şirket-i Hayriye vapurları sayesinde sağlandı. Yeni geniş rıhtımlar deniz ulaşımını kolaylaştırdı. Kentin görünümünü güzelleştirmek ise bu çalışmaların nihai adımı olarak gündemde yer aldı. Bu konuda en gözde modeller Avrupa başkentleriydi. Tanzimat Meclisi 1839`da bu noktayı açıkça dile getiriyordu: "Dünyanın tabiat güzellikleri bakımından en güzel şehri olan İstanbul`un mahirane bir tezyini yapılırsa, şüphesiz Avrupa`nın güzel şehirleri arasında en güzeli olacaktır.
Osmanlı yönetici elitine göre, güzellik kent tasarımında "düzenlilik" demekti. Kentin imajının yenileşmesi hakkında hazırlanan hükümet raporlarında kullanılan anahtar kavramlar her zaman "süsleme", "düzenleme" ve "yolların genişletilmesi" olmuştur.Avrupa kentlerinin güzelliğine erişme, hatta onları geçme yolunda en önemli adım, Joseph Antoine Bouvard`ın, kentin belli başlı bölgelerini Avrupa mimari ve kent tasarımı prototiplerine göre yenilemeyi öneren projesinde atıldı. Bouvard`ın, projesinin kağıt üzerinde kalması, salt maddi kaynakların yetersizliğinden değil, aynı zamanda başkentin bu denli köklü değişimlere henüz hazır olmamasından kaynaklandı. Avrupa`dan ithal edilen kent tasarım ilkeleri parça parça uygulandıklarında var olan dokuya oldukça sancısız biçimde uyum sağlamıştı. Ancak daha radikal bir müdahele, gelenek ve mirasına hala sıkı sıkı sarılan bir kente henüz mümkün değildi. Tanzimat reformlarının getirdiği sosyal değişim, toplumun geleneksel tabakalarına ancak tedricen nüfuz edebilyordu ve İstanbul`un kent dokusundaki yavaş dönüşüm de bu gerçeği yansıttı. 1838 ile 1908 arasında yaşanan yeniden inşa projeleri yöneticilerin iddialı hedeflerine ulaşamadı belki, gene de kent dokusunda kalıcı değişiklikler görüldü. En yoğun imar faaliyeti 1850`lerin sonu ile 1870`ler arasında, İstanbul`da ITK`nin ve Galata`da Altıncı Daire`nin denetiminde gerçekleşti. Bu yıllarda başkent, Divanyolu, Karaköy-Ortaköy caddesi ve Taksim-Şişli bağlantısı gibi ana arterler edindi.Geri kalan sokak dokusunun düzenlenmesi, yangınlar sonrasında oldu. Bu düzenlemeler genellikle yanan bölge ile sınırlı kalmış, çoğu kez yeniden inşa edilen mahallelerin çevreleriyle bağlantıları ihmal edilmişti. Çevrelerindeki labirentvari dokunun içinde bu bölgeler sınırları belirsiz, dik açılı caddeleriyle tecrit edilmiş adacıklar halinde idiler. Kent formunu etkileyen bir diğer unsur da, yeni ışıklandırılması ve temizlik gibi modern belediye hizmetleridir.Haliç`in iki yakası, kent reformundan eşit olarak yararlanmadı. Galata uluslararası bir ticaret merkezi olarak yeni düzenlemelerden daha büyük pay aldı ve modern bir görünüm edindi. Osmanlı başkentinin daha geleneksel İstanbul tarafıyla Batı`ya dönük Galata arasındaki ikili yapısı, Saigon`dan Delhi`ye, Kahire`den Rabat`a sömürge devrinin kentlerini hatırlatmaktadır. Sömürgecilerin olağan uygulaması genellikle eski kentlerin yanı başında Batı normlarına uyan bir kent yaratmak ve eski kenti "yerlilere" bırakmaktı. Birçok sömürge kentinde, eski ile yeni mahalleler arasında bir "tampon bölge" bırakılırdı.İstanbul bir sömürge kenti değildi. Genelde, Batılı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde artan denetimleri, sömürgelere has bazı kent tasarım ugulamalarının İstanbul`a yansımasına yol açtı. İlk bakışta 19. yüzyıl Osmanlı başkenti hem Batılı hem geleneksel bileşenlere sahipti. Ancak, sömürge kentlerinden farklı olarak, yerli nüfusun geleneksel kente hapsedilmesi söz konusu olamazdı. Haliç`in kuzeyinde de birçok Müslüman mahallesi vardı-bunun nedeni de Galata`nın yoktan varedilmiş bir semt değil, mevcut olan bir semtin gelişmesi sonucu ortaya çıkışıydı. Aynı nedenle Galata`da da sömürge kentlerinde görülen düzenli bir sokak dokusu yoktu.
İlk bakışta İstanbul tarafıyla Galata arasında, Haliç`in fiziki bir engel oluşturduğu izlenimi edinilebilirse de, asla bir cordion sanitaire değildir. 19. yüzyılın köprüleri Haliç`in iki yakası arasında hayati bağlantıyı temin ediyor ve İstanbul`un bir bütün olarak gelişmesine katkıda bulunuyordu. Dahası, kent reformu ve kent yaşamını kolaylaştırıcı hizmetler İstanbul yakasından esirgenmiyordu. Sömürge kentlerinde görülmedik biçimde, kent hizmetlerinin en azından gelenseksel bölgenin belli başlı mahallerine götürülmesine özen gösteriliyordu.
Böylelikle 19. yüzyıl Osmanlı başkenti, sömürge kentlerine özgü gelişme kalıbına uymamakla birlikte, çağdaşı Avrupa kentlerine de benzemiyordu. Her şeyden önce, İstanbul`un mimari mirası sayesinde silueti, Batı başkentlerinde görülmesi mümkün olmayan birçok caminin kubbe ve minareleri tarafından çiziliyordu. (İstanbul tarafındaki kadar çarpıcı olmamakla birlikte Galata tarafında da-özellikle sahil şeridinde- birçok cami vardı.) İkinci olarak kentin sokak sokak şebekesine hala tümüyle düzen getirilememişti. En yeni arterler bile, Avrupa başkentlerininki kadar geniş ve uzun olmadığı gibi, yollar boyunca sıralana binalar, Avrupa`daki emsalleri gibi bel-altı katlı ve tek tip değildi. Üçüncü olarak, yapı malzemeleri değişikti: Başkentin özellikle İstanbul tarafında, evlerin çoğunluğu hala ahşap.Bu nedenle Osmanlı başkenti 1838 ile 1908 arasında benzersiz diyebileceğimiz bir gelişme çizgisi izledi. Yapılan işlerin ve uygulanan politikaların niteliği kentin geleceğini büyük ölçüde etkiledi. Önce JönTürkler, sonra da Türkiye Cumhuriyeti ilham kaynağı olarak Batıya bakmaya devam ettiler. Saltanatın ilgasından az sonra, İstanbul Şehremini Emin Bey, Paris`in 19. yüzyılda yeniden imarı hakkında bir kitabın çevirisini "Şehircilik" başlığıyla yayımlandı. Emin Bey önsözünde, bütün modern kentlerin öncüsü olan Paris`in, şehircilik bilimi açısından, Türkiye`nin kentlerinin yeniden düzenlenmesinde emsal olarak incelenmesinin önemine dikkat çekiyordu. Amaç, bir kez daha, Türk kentlerinin Paris`in "seviye-i antizam"ına kavuşturmaktı.

Balad` Yıllanmış Şarap Kadar Güzel...


Balad` Yıllanmış Şarap Kadar Güzel...
İstanbul’u bir deniz kızı olarak düşünürsek, Balat onun masalsı dünyasının eski bir tebessümdür. Denize açılan dar sokakları, ahşap binaları ve Arnavut kaldırımı dik yokuşlarıyla İstanbul`un geçmişe dönük yüzünü günümüze inat son gücüyle ayakta tutmaya çalışan bu eski Haliç semti, adeta sararmış bir fotoğraf misali geçmişten günümüze varlığını sürdürmektedir.Günümüzde İstanbul’un hemen her semtinde olduğu gibi bu sahil semti de, masmavi denize karşı, pencereleri kiremit kırmızısı sardunya çiçekleriyle bezenmiş ahşap evlerinde birçok farklı kültürden insanları bir arada barındırmış eski bir azınlık mahallesidir. Bugün hala eskisi gibi, yokuş başlarında, sokak aralarında, Sermet Muhtar Alus’un yıllar önce kaleme aldığı, süslü-püslü kadınları, melon şapkalı, siyah setreli, altın köstekli, sakallı beyleri ve kıyılarında vızır-vızır işleyen kayıkları, ve yelkenlileriyle o eski Balat’ı bulamasak da, geçmişe uzanan dar sokak aralarında bu semt Rum, Musevi ve Ermenilerden kalma eski anılarla dopdoludur. Rumca da olduğu gibi Ermenice dede “Saray” anlamına gelen “Balad” adı değişmeden günümüze kalmış nadir İstanbul semtlerinden biridir.Osmanlı donanması komutanlarından Hamza Bey, kentin alındığını gördükten sonra Bizans’ın Haliç’e gerdiği zincirin üzerine yürüdü ve limana girdi. Bütün gemileri Balat kıyısına yanaştırdı. Kapalı olan Balat kapısını kırdırıp karaya çıktı. Bizans döneminde bu kapının adı “Bassilakis Philis” yani Hünkar Kapısı’ydı. Çünkü imparatorların ikametgahı olan “Blekarnea” sarayına giden yol bu kapıdan geçiyordu. Bizanslılar kenti terk ettikten sonra azalan nüfusu artırmak için Fatih Sultan Mehmet`in emriyle diğer bölgelerden İstanbul`a göç ettirilenler arasında yer alan yoksul Musevi aileler de bu kapıdan geçerek Balat`a yerleşti. Balat`ta bulunan Ermenilerin evleri ve kapıları ise diğerlerinden farklıydı. Balat’ın önemli bir özelliği de bu ufak semtte Rum ve Ermeni kiliselerinin, Sinagogların ve camilerin iç içe olmasıydı. Bu, Osmanlı döneminde İstanbul`da farklı kültürden insanların bir arada yaşayabildiklerinin bir göstergesi. Çarşı içindeki Ahrida Sinagogu`nun az ilerisinde Hagios Stradi Ortadoks Kilisesi bulunuyor. Fotoğraf çekmek için farklı enstantaneler arayanlar, semtin diğer Ortadoks kiliseleri ile Ayvansaray`a doğru ilerlerken karşılaşacaklardır. Mahallenin tek Ermeni kilisesi olan Surp Hreşdagabet Kilisesi ise Kamış Sokağı`nda yeralıyor. Kilisenin delhizinde bulunan Ayazmanın suyunun şifalı olduğuna inanılıyor. Perşembe ve Pazar günleri açık olan kiliseye Müslüman, Hristiyan birçok hasta ve sakat, şifa bulmaya geliyor. Kilisenin hemen yakınındaki Voyvodina Caddesi üzerinde faaliyetini sürdüren, 1762’li yıllarda inşaa edildiği sanılan “Tahta Minare Hamamı”nın halk arasında (Ermeni batağı) olarak anıldığı dönemlerde, hamam özellikle İstanbul Ermenileri arasında oldukça ilgi görür. Dönemin genç Ermeni güveyleri evlenecekleri günün önceki gecesi bu hamamda yıkanarak sabahlar ve kendilerini gerdek gecesine hazırlarlarmış. Bir zamanlar Balat kapısının bulunduğu sanılan yerden girince sizi Balat çarşı meydanı karşılıyor.1890 yılından beri varlığını sürdüren ünlü Agora Meyhanesi de bu çarşıda bulunuyor. Tabii Duziko kadehlerinin birbirine çakılarak, Buzuki eşliğinde Zeyvekiko ve Kasap havalarının oynandığı ve neşeli kahkahaların sokaklara taştığı o eski Agora Meyhnesi değil artık burası...Ferruh Kaya Sokağı`nda bulunan Ferruh Kekuda Camii Mimar Sinan`ın eseri. İskele yakınındaki Yusuf Şücaüddin Camii ise geçtiğimiz yıllarda restore edilmiş. Balat`ta bulunan kiliselerin, bugün semt dahilinde cemaatleri kalmamış artık. Kiliseler sadece belli günlerde diğer semtlerde yaşayanlar için kapılarını açıyor.Zaman birçok şeyi silmiş yok etmiş burada, insan dokusu kalmamış ama Balat`a özgü o mistik hava, o mimari doku hala mevcut. Ve Balat tıpkı yıllanmış eski bir şarap gibi buruk ve güzel...ARMAN TAYRAN

19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-1


19. Yüzyılda Osmanlı Başkenti: Değişen İstanbul-1
İstanbul`un denizden görünüşü her zaman ilham kaynağı olmuştur. Seyyahların notları hep kentin denizden görünüşünün göz kamaştırıcı ihtişamıyla açılır. Edmondo de Amicis`in "Sevgili İstanbul"u hakkındaki ilk izlenimleri biraz aşırı duygusal da olsa, 19. yüzyıl sonu İstanbul`unun muhteşem kent imajını yansıtır:Sağda Galata, önünde bir direkler ve bayraklar ormanı; Galata`nın üstünde Pera, gökyüzüne karşı Avrupa sefarethanelerinin muhteşem siluetleri; önde iki yakayı bağlayan ve üzerinde iki zıt hayatın renk cümbüşünün gidip geldiği köprü; solda, yedi tepe üzerine serpiştirilmiş, her tepesi kurşun kubbeli ve altın alemli devasa bir camiyle taçlandırılmış İstanbul... mavi ve gümüşün en ince tonlarının eridiği gökyüzü, bütün bunlara muhteşem bir zemin oluştururken, üzerinde mor, küçük şamadıralarla gökyakut bir suyun titreyerek yansıttığı beyaz narin minareler, kubbeler, güneşte parlamaktadır. Yoğun yeşillikler kütlesi sabahın ilk ziyalarında adeta dalgalanıp gerinmektedir... Bunun dünyanın en güzel manzarası olduğunu inkar etmek herhalde en büyük kabalık, hatta Tanrıya ve nimetlerine karşı en büyük nankörlük olacaktır. Ve kesindir ki daha güzel herhangi bir şey insanoğlunun haz alma kabiliyetinin fevkindedir.Ancak, her seyyahın karaya ayak basar basmaz keşfettiği bir başka gerçek daha vardır ki, o da kentin denizden görünüşünün yanıltıcı olduğuydu. İstanbul yorgun ve bakımsızdı. Yangınlarda tahrip olan birçok mahalle uzun süre yeniden imar edilemiyordu. Uzaktan parıltılı görünen anıtlara yakından bakıldığında birçoğunun tamire muhtaç olduğu görülüyordu. Birçok zengin aile, Haliç`in öteki yakasındaki yeni mahallelere taşınmıştı. Geride bıraktıkları konaklar ise bölünüp düşük gelirli ailelere kiralanıyordu. İnşaat faaliyeti Galata tarafına geçmişti ve birkaç iş hanı veya kagir konak dışında İstanbul tarafında yeni inşaat yapılmıyordu. Muhteşem eski kent peyderpey çalışan sınıflara terk ediliyordu.Galata`nın hikayesi ise farklıydı; burası imparatorluğun çağdaş ve Batılılaşma hayatının merkeziydi. Galata`ya denizden bakıldığında düzenli çizgileriyle yüksek ve görkemli binaların siluetleri görülürdü. Galata`nın genel karakterini o dönemin bir Osmanlı yazarı şöyle tanımlar: "Binaların birçoğu yeni ve kagir olduğundan deniz görünüşü pek güzeldir, ancak sokakları dar ve eğri büğrü olduğundan içi o kadar hoş değildir". Yüzyılın sonunda kenti ziyaret eden ingiliz seyyah W.H. Hutton, Galata ve Pera`nın "uygarlığın fakir bir uç karakolu" olduğunu söylüyordu. Hutton, 19. yüzyıl İstanbul`unun geçirdiği değişiklikleri gerçeklerin üzerine çekilmiş ince bir perde olarak görüyordu: "Bütün değişikliklere rağmen, istanbul hala karanlık çağların kentidir. Her an perde düşüp trajik bir dehşet sahnesi ortaya çıkabilir. Bir yandan da Batı uygarlığının grotesk bir taklidi yaşanmaktadır."Her ne kadar yazarın "dehşet" kavramı Batılı olmayan kültürlere önyargılı yaklaşımın ürünüyse de, söylenenlerde gerçek payı vardır. Galata ve Pera`nın biçimsel karakteri, bırakın imparatorluğun geri kalan topraklarını, başkentin nüfusunu oluşturan çoğunluğun yaşam biçimiyle uyum içinde değildi. Ancak, sosyal ve ekonomik modelleriyle ithal edilen Batılı çehre, çok küçük bir azınlığın kucakladığı değerler o denli yerleşmişti ki İstanbul`u ikili bir kente dönüştürerek imajına güçlü, yeni bir parça katmıştı; Haliç`in bir yakasında İstanbul, diğerinde Galata vardı artık.Türkler Pera`da yabancı ve mahçup gözlemciydiler. De Amicis`in sözleriyle:Burada, Rum, İtalyan, Fransız züppeleri, tüccar asilzadeleri, muhtelif yabancı delegasyon memurlarını, yabancı bahriye subaylarını, elçilik maiyetlerini ve her milletten kuşkulu simaları görmek mümkündür. Türk erkekleri, kuaförlerin vitrinlerindeki balmumu mankenlere hayranlıkla bakmakta ve kadınlar şapkacı dükkanlarının önünde ağzı açık duraklamaktadırlar. Avrupalılar burada başka yerlere nazaran daha yüksek sesle gülüşüp, sokak ortasında şakalaşırlar. Bu arada Türkler, sanki yabancı bir memleketteymiş gibi, başlarını istanbul tarafındaki kadar dik tutamamaktadırlar.İstanbul ile Galata arasındaki tezat o derece çarpıcı hale gelmişti ki konuya birkaç defa II. Abdülhamid`in dikkati çekilmişti. 1879`da kendisine sunulan, "Galata ve Pera`nın mamuriyetine nazaran İstanbul tarafının harap hali " başlıklı bir raporda şu satırları okuyoruz:Nefsi İstanbul şehriye Galata ve Beyoğlu`nun gerek anbiye ve gerek intizam cihetiyle farkı pek ziyade göze çarpacak derecede olup mesela dersaadet`te kagir olarak küçük ve büyük pek adi surette yapılmış 300 adet hane mevcut ise Galata ve Beyoğlu`nda kıymetli ve ekserisi müzeyyen olarak birkaç bin hane mevcuttur ve Avrupa `nın ikinci ve üçüncü derecede bulunan şehirlerinde asr-ı medeniyet olarak görülen şeylerin pek çoğu Beyoğlu`nda görülmekte olup İstanbul`da ise bir küçük memlekette bile vücudu elze molan otel denilen misafirhane bile bulunamadığından Rumeli ve Anadolu taraflarından maslahata Dersaadet`e vurud eden eşraf ve erkan Beyoğlu`nda kain otellerde oturmağa mecbur olmaktadır ve böyle bir asr-ı medeniyette İstanbul sokakları halen zulmette kalıp halkın Çİn`de olduğu gibi fenerlerle gezmesi ve Galata ve Beyoğlu`nda gazla tenvir olunmuş bulunması ne surette calib_i nazar-ı dikkat olduğu malumdur. Galata ve Beyoğlu taraflarında birkaç kere vuku bulmuş olan başlıca hariklerde müteharik olan haneler arsalarında bugünkü gün hiçbir arsa-i haliye kalmayıp cümlesi kagir olarak inşa kılınmış ve halbuki İstanbul`da bundan elli sene evvel mukaddem vuku bulmuş olan Cibali ve ahiren vuku bulan Hocapaşa ve Aksaray hariklerinde müteharik olan haneler arsalarından pek çokları hali bulunduğu maateessüf görülmektedir.
İstanbul`un harap görünüşü hükümdarları o denli rahatsız etmiş ki başkenti modern standartlara kavuşturmak için birçok girişimde bulunulmuştu. Bu çalışmanın muhtelif bölümlerinde görüldüğü gibi, Tanzimat sonrası Osmanlı reformcuları İstanbul`un üç ana sorunu olduğunda görüş birliği içindeydiler: Düzensiz sokak dokusu, bölünmüşlüğü ve köhneliği. Bu sorunlar yüzünden, Osmanlı`nın Batıcı bürokratlarının nazarında modernliğin ve gelişmişliğin simgesi haline gelmiş olan Batı kentleriyle kesin bir tezat yaşanıyordu. Avrupa tarzı reformlar uygulayarak imparatorluğu "kurtarmak" ilkesine uygun olarak, İstanbul Batı ölçütlerine göre modernleştirilmeliydi. Reformcuların ortak görüşlerine göre modernleşme, kent dokusuna düzenli bir görünüm kazandırmak, başkentin çeşitli semtleri arasında iletişimi sağlamak ve kentin görünümünü güzelleştirmekle sağlanabilirdi.
Bu sorunların çözümleri iç içe girmişti. Sokak dokusunun düzenlenmesi, eğri büğrü, birçok çıkmazı olan kısa sokakların yerine, birbirleriyle bağlantılı, düz, açık ve aynı genişlikte arterlerin yaratılması demekti. Ayrıca tek tip bir mahalle dokusu yaratmak için yeni bina nizamnameleri uygulamaya konuldu. Düzenleme sahillerin harap binalardan arındırılarak geniş rıhtımların yapılmasını da içeriyordu.

13 Temmuz 2007 Cuma

FETIHTEN ONCE ISTANBUL

Yaklaşık 8000 kadar geriye uzanan tarihiyle İstanbul, çok eski bir yerleşim alanıdır. Günümüzden 5000 yıl kadar önce İstanbul’da yoğun bir iskan başlamış ve bu devirden itibaren kent beylikleri ortaya çıkmıştır. Ama bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453’te Osmanlılar’ca fethinden sonra İslam dünyasının en önemli merkezi haline gelmiştir.

Aşağıda, günümüzde de dünyanın en büyük kentlerinden biri olan İstanbul’un, tarih öncesi çağlardan bugüne kadar olan tarihi, çeşitli dönemler esas alınarak anlatılmaktadır.

FETIHTEN ONCE ISTANBUL

TARIH ONCESI DÖNEM

İstanbul ve yakın çevresinde yerleşmiş ilk insan topluluklarına ait izler M.Ö. 6.000’li yıllara uzanır. Yapılan araştırmalarda hem Anadolu, hem de Avrupa yakasında bu topluluklara ait yerleşim alanlarına rastlanmışır. Yarımburgaz Mağaraları, Büyükçekmece, Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos, Fikirtepe ve Ambarlı bu yerleşim alanlarından bazılarıdır. Bu ilk topluluklar, göçebelik ve yarı göçebelik aşamalarından sonra balıkçılık, tarım ve hayvancılığa bağlı yaşam biçimleri geliştirmişlerdir. Mesela Fikirtepe araştırmalarında M.Ö. 6.000 yılından itibaren köpek, koyun, keçi, sığır ve domuz gibi hayvanların evcilleştirdiği ve balık avcılığı yapıldığı ortaya çıkmıştır. Bu araştırmalarda bazı mezarlara ve yontma taştan aletlere da rastlanmıştır.

M.Ö. 3.000’li yıllarda İstanbul ve çevresinde yoğun bir iskan olmuş ve küçük kent beylikleri kurulmuştur. Araştırmalar bugünkü Sultanahmet Meydanı ve çevresinin bu yıllarda önemli bir yerleşim merkezi olduğunu göstermektedir.

BİZANTİON DÖNEMİ

İstanbul’un üzerinde yeraldığı topraklarda yerleşim tarih öncesi çağlardan beri vardır. Ama bugünkü İstanbul’un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır.

Yunanistan’dan gelen Megara’lılar M.Ö. 680’lerde Marmara Denizi’ni geçerek İstanbul’a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy’de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. “Körler Ülkesi” olarak da anılan Halkedon’un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660’larda da Trak kökenli komutanlar Bizans önderliğinde yola çıkan Mega’lıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu’nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı’ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megara’lılar, komutanlarının adından hareketle, kente “Bizantion “ adını verdiler. Bu yörede Megara’lılardan önce de bazı Trak toplulukları yaşamaktaydı. Muhtemelen Megara’lılarla yerli halk kaynaşmışlardır.

Bizantion bir ticaret kenti olması ve savunma açısından avantaj sağlayan konumu nedeniyle kısa zamanda büyüdü ve parası Yunan Kolonilerinde geçen bağımsız ve güçlü bir site haline geldi.

M.Ö. 513 yılında Bizantion ve Halkedon Anadolu’yu fethederek ilerleyen Perslerin eline geçti. Ama M.Ö. 489’da Persleri yenen Sparta’lı komutan Pausantas, Bizantion’u Perslerden kurtardı ve M.Ö. 4777ye kadar kente egemen oldu. Bu tarihte Atinalılar kenti ele geçirdi ve Bizantion M.Ö. 4767da Atina’nın önderliğindeki Delos Birliği’ne katıldı. Bu birliğin dağılmasından sonra bir müddet bağımsız kalan kent, M.Ö. 405’te Atina-Isparta savaşları sırasında Ispartalıların eline geçti.

M.Ö.340’da Makedonya Kralı Filip (Büyük İskender’in babası) tarafından kuşatılan kent Arkhon Leon tarafından savunuldu ve surları tamir ettirildi. Fakat daha sonra bir dönem Büyük İskender’in haleflerinin egemenliği altına girdi. M.Ö. 3189’de Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos’a tabi oldu ama bu dönemde kent yine yerel yöneticiler tarafından idare edildi.

M.Ö. 278’de batıdan gelen Germen kavimlerinin akınına uğradı. Ele geçirilip yağmalandı ve haraca bağlandı. Daha sonra Makedonyalıların baskısı altında kaldı ve M.Ö 202 yılında bu baskıdan kurtulmak için Bergama Krallığı ve Roma Krallığı'nı yardıma çağırdı.

Romalılar Makedonya savaşlarından sonra M.Ö. 146’da egemenliklerini Balkanlar’a Küçükasya’ya yayarlarken Bizantion Roma’ya tabi oldu. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyeletinin bir parçası haline geldi.

ROMA IMPARATORLUĞU DONEMI

Bizantion’un Roma egemenliği altına girmesi biraz da kendi isteğiyle olmuştur. M.Ö.2.yy.da uzun sürmüş bir Bitinya-Makedonya çekişmesinin odağı olmaktan bıkan Bizantion, Kizikos ve Rodos’la birlikte Roma’yı yardıma çağırdı ve M.Ö 146’da Roma’nın egemenliğine girdi. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline geldi. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü bitmiş oldu ama önemini korumaya devam etti.

Roma idaresinde nispeten sakin bir 350 yıllık devir yaşayan Bizantion’u M.S 2 yy.a dek sarsan tek olay, Septimus Severus ve Pescenius Niger arasındaki savaşta Pescenius’u tutmasıdır. M.S 195-196’da savaşı kazanan Septimus, bu ihanetin intikamını Bizantion’u yıkarak ve halkını kılıçtan geçirerek alır. Ancak daha sonra şehrin tekrar inşasına yardım eder. Yine de Bizantion’da Büyük Konstantin dönemine dek kayda değer bir gelişme olmamıştır.

Roma imparatoru I.Kontantin 330 yılanda Bizantion’u yeni başkent olarak ilan etti. Şehir yeniden inşa edildi ve “Constantinopolis” ismini aldı. I. Kostantin’in döneminde Hristiyan dünyasının en önemli dini ve siyasi merkezlerinden biri haline geldi.

Şehir 4. ve 5. yüzyıllar boyunca bazı saldırılara maruz kaldı. Özellikle Got’ların ve Vizigot’ların akınlarına uğradı. 440 yılında Hun imparatoru Atilla şehre saldırdı. 450 yılına kadar Hunlara haraç ödendi. Özellikle 5. yüzyılda İstanbul’da mezhepler arası tartışmalar ve çatışmalar yaşandı ve bunlar bazen ayaklanma veya iç savaşa dönüştü.

Fakat herşeye rağmen İstanbul, bu süre içerisinde önemini korudu. Dışarıdan, özellikle Trakya’dan getirilen toplulukların da etkisiyle, 5. yüzyılda kentin nüfusu Roma’yı aştı. Bu dönemde bugünkü Galata’nın yerinde Sykai adlı yarı kent özellikleri taşıyan bir dış mahalle kuruldu. Gittikçe büyüyerek bir ticaret kenti haline gelen Sykai, kurulan bir köprüyle kente bağlandı.

Bu esnada ise Batı Roma imparatoluğu sürekli güç kaybediyordu. 476 yılında Ostrogorlar Batı Roma İmparatoru Romulus Augustus’u tahttan indirdiler ve imparatorluk alametlerini Doğu Romu İmparatoru Zenon’a teslim ettiler. Böylece Batı Roma İmparatorluğu tarihe karışıyordu, fakat aynı zamanda da İstanbul Roma İmparatorluğu’nun tek başkenti haline geliyordu.

BIZANS IMPARATORLUĞU DONEMI

476’da Batı Roma’nın yıkılmasından sonra başkenti İstanbul olan Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparaatorluğu’na dönüşmüş ve böylece İstanbul, bir “Roma Şehri” olmaktan çıkarak doğuya özgü bir Ortodoks şehri haline gelmiştir.

6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu için dolasıyla İstanbul için yeni bir yükseliş döneminin başlangıcı oldu. Okuma yazma bile bilmeyen selefinin aksine dindar ve eğitilmiş biri olan İmparator I. Jüstinyen döneminde kent mamur bir Ortodoks Hristiyan başkenti görüntüsünü kazandı. Daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle bu dönemde inşa edildi.

543’lerde kentte görülen veba salgını halkın yarısına yakınını öldürdü. Şehir sürekli felaketlerle karşılaştı. Fakat özellikle İmparator I. Jüstinyen’in kurduğu yapı İstanbul’a her türlü savaşı ve felakete karşı direne kazanmıştır.

7. yüzyıl sonları ve 8. yüzyıl İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar’ın saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda da Bulgarlar ve Müslüman Araplar kuşattılar. Dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kenti ele geçirmek için saldırılar düzenlediler.

Bu arada imparatorların da taraf olduğu Hristiyan mezhep kavgaları şiddetlendi, özellikle tasvir taraftarları ve karşıtları biçimindeki bölünme sadece kenti değil imparatorluğu ve Hristiyan öğretisini de derinden etkiledi. İstanbul’un bu yükselme dönemi Latin istilasıyla sona erdi.

1204’de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve acımasızca yağmalandı. Ortaçağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü.

LATIN ISTILASI

İstanbul, Haçlılarla ilk olarak 1096’da tanıştı. İmparaator Aleksios 1071’de Malazgirt’te kaybedilen toprakları alabileceğini umarak bu ilk Haçlıların gelmesine sevindi. Sözde, Müslümanlardan alınan topraklar Bizans’a verilecek, Bizans da Haçlıları destekleyecekti. Ama Haçlılar buna uymadılar ve 1099’da Kudüs Latin Krallığı’nı kurdular. İstanbul halkı Haçlıları hiç sevmedi ve sürekli tepki gösterdi. Bu arada Haçlı seferleri devam etti ve dördüncü sefer, İstanbul’un işgali ve paylaşılması ile sonuçlandı.

O dönemde Bizans’ta bir taht kavgası yaşanmaktaydı. Bunu fırsat bilen Haçlılar, Venedikliler’in de yardımıyla Haliç’e girdiler. Saldırı 9 Nisan’da başladı ve 13 Nisan 1204’de şehir ele geçirildi. Üç gün boyunca benzeri görülmemiş bir barbarlıkla İstanbul yağmalandı ve insanlar katledildi. Ayasofya’da dahil olmak üzere bütün anıtsal yapılar tahrip edildi, yüzlerce yıllık yazma kitaplar yakıldı. Birçok değerli Bizans eseri Avrupa’ya taşındı. Bu üç günün sonunda yağma düzenli hale getirildi ve Bizans, Haçlılarla Venedikliler arasında paylaşılarak bir Latin İmparatorluğu kuruldu.

Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik’e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi. İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan’daki Epiros’ta bir Bizans muhalefeti gelişti. 1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleşmis hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya başlamıştı.

Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul’daki Latin dönemi sona erdi.

IKINCI BIZANS DONEMI

İstanbul’da ikinci Bizans Dönemi, Palailogos Hanedanı’nın 1261 yılında İstanbul’u Latinlerden geri almasıyla başlar. Ama bu dönem boyunca, İstanbul eski önem ve özelliğini bir daha kazanamayacaktır.

Latinler tarafından bütün zenginlikleri talan edilen kent,bu süreç içerisinde bir ticaret merkezi olma vasfını da tamamen kaybetmişti. Bu durumun olumsuz etkileri İkinci Bizans Dönemi boyunca devam edecek ve bütün ticari üstünlüklerini tamamıyla Galata’ya kaptıran İstanbul, etrafı surlarla çevrili bir tarım kenti haline dönüşecektir. Bu dönem boyunca elde ettiği imtiyazlar sayesinde, Galata İstanbul’dan daha önemli bir kent haline gelmiştir.

İkinci Bizans Dönemi’nde İstanbul için olumlu bir gelişme, mezhep çatışmalarının durulmasıdır. Bu dönem içerisinde İstanbul tartışmasız bir biçimde Ortodoks Hristiyanlığının merkezi durumuna gelmiş, yine bu dönemde Bizans sanatı en olgun dönemini yaşamıştır. O yıllarda Kariye (Khore) Kilisesine yapılan mozaikler, Bizans sanatının zirvesi olarak kabul edilmektedir.

İkinci Bizans Dönemi aynı zamanda, İstanbul’un Osmanlı’lar tarafından gittikçe daralan bir çembere alınması ve yavaş yavaş fethedilmesi sürecidir. 1373’ten itibaren İstanbul Osmanlı’ya haraç ödemeye başladı. 1393 yılında Sultan Yıldırım Bayezid, 1422’de Sultan II. Murad İstanbul’u kuşattı, ama başarılı olamadılar. Orhan Gazi’den itibaren Boğaz’ın Anadolu yakası Osmanlı’nın eline geçti. Aynı şekilde, 15. yüzyılda bir kaç önemsiz kasaba hariç bütün Trakya da fethedilmiş bulunuyordu.

Bu nedenle 15. yüzyılda Bizans İmparatorları Katolik Roma’dan sürekli yardım taleplerinde bulunmak zorunda kaldılar. Fakat Papalık, otoritesi altında birleşmesini şart koşuyordu. Bizans 1452'de bu talebe boyun eğmek zorunda kaldı. Bu birleşmenin İstanbul’da Ayasofya’da kutlanmak istenmesi çok sert tepkilere ve protestolara neden oldu.

1453 Mayıs’ında İstanbul’un fethedilmesiyle Bizans İmparatorluğu tarihe karıştı. Fakat İstanbul için yeni ve parlak bir dönem başlıyordu.

FETIH VE ISTANBULA ISTANBUL

MUSLUMAN ARAPLARIN KUŞATMALARI

İstanbul, müslümanların sefer tarihlerinin başlarından itibaren kutsal bir hedef olagelmiştir. Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a seferler düzenlemişler, bunların bir kısmında şehri kuşatmışlardır. Hz.Muhammed’den rivayet edilen, Kostantiniye’nin fethine ilişkin olan ve şehri fethedecek komutan ve askerlerin övüldüğü hadiseler bu seferlerin düzenlenmesini teşvik eden faktörlerden olmuştur.

Müslümanların İstanbul’u hedefleyen ilk seferi Hz.Osman’ın hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Dönemin Suriye valisi Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarıındaa yok etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır.

Müslümanların ilk İstanbul kuşatması ise, 668’de Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduğu döneminde gercekleşti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuşatmayı 669’un baharına kadar sürdürdüyse de şehri ele geçiremedi. Salgın hastalıklardan büyük kayıplar vermesi nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. İlerlemiş yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in bayraktarı Hz.Ebu Eyyub El-Ensari bu kuşatma sırasında şehid düştü ve surların dibinde toprağa verildi. Bu seferden sonra, Muaviye’nin 673’de gönderdiği yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. 7 yıl süren kuşatma başarıya ulaşamadı.

Ağustos 7-16-Eylül 717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuşatma da başarısızlıkla sonuçlandı. İstanbul önlerindeki ordu, bir yandan hava koşulları, açlık ve hastalıklar, öte yandan Bulgar çetelerinin saldırılarıyla çok kayıp verdi. Bazı kaynaklara göre bu kuşatma sırasında İmparator III.Leon, komutan Mesleme’nin isteği ile Müslüman esirlerin ibadeti için bir konağı mescide çevirmiş, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye kenti gezdirmiştir.

Araplar’ın son kuşatması 781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oğlu Harun komutasındaki ordu tarafından gerçekleştirildi. Harun Bizans ordusunu İzmit’de yenerek Üsküdar’a kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Kuşatma sonunda Bizans ile bir anlaşma imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-Reşid, “Er-Reşid” ünvanını bu seferle almıştır.

Müslüman Arapların bunlar dışında da İstanbul’a yönelik seferleri olmuştur. Ama daha sonraki bu seferlerin hiçbiri kuşatmayla sonuçlanmamıştır.

OSMANLILARIN ISTANBUL KUŞATMALARI

Osmanlı Türkleri 14. yüzyıl boyunca Bizans ve İstanbul ile ilgilendiler. Fetihten çok önce, bugünkü İstanbul metropolüne dahil olan yerleşim birimlerinin, Suriçi hariç tamamı Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Yanısıra Osmanlılar bütün bu dönem boyunca, Bizans’ın iç işlerine de karıştılar ve iktidar mücadelelerine taraf oldular. Fetihe kadar süren dönemde de sürekli İstanbul civarında manevralar yaptılar.

1340’da Osmanlı ordusu İstanbul kapılarına kadar ilerlediyse de bu bir kuşatmaya dönüşmedi. Sultan I. Murad’ın Çatalca’dan başlattığı sefer de Hrıstiyan dünyasının oluşturduğu güçlü ittifakla durduruldu.

İstanbul’un fethedilmesine yönelik ilk güçlü kuşatma Sultan Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. İmparator ile yapılan anlaşma sonucu Yıldırım Bayezid’in kuvvetleri şehre giremedi.

Sultan Yıldırım Bayezid, bundan sonra da İstanbul üzerindeki etkisini sürdürdü. İstanbul içinde bir Türk Mahallesi, cami ve Türklerin yargılanacağı bir mahkeme kurulmasını sağladı. Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek İmparatorların tahta çıkmasında etkili oldu. Bu durum Türklerin ileride İstanbul’u fethetmesini etkileyen en önemli faktörlerdendir.

Sultan Yıldırım Bayezid’in dönemindeki son kuşatma girişimi 1400’de yapıldı. Fakat Timur istilası bu hareketi yarıda bıraktırdı.

Sultan Yıldırım Bayezid’in oğlu Musa Çelebi’nin1411’deki kuşatması da başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı kuvvetlerinin başarılarından ürken İmparator, Musa Çelebi’nin Bursa’daki kardeşi Çelebi Mehmed’in desteğini alarak kuşatmanın kaldırılmasını sağladı. Daha sonra Osmanlı padişahı olan Çelebi Mehmed döneminde İstanbul’a sefer düzenlenmedi.

Fetihden önceki son kuşatma Sultan II. Murad zamanında gerçekleşti. Uzun bir hazırlık dönemine ve sağlam bir stratejiye dayanan bu kuşatma öncekilerden çok daha zorlu geçti. Kuşatma 15 Haziran 1422’de 10 bin akıncının, İstanbul’u taşraya bağlayan bütün yolları kesmeleriyle başladı. Dönemin en etkili manevi otorilerinden olan Emir Sultan’ın da Bursa’dan gelerek yüzlerce dervişi ile birlikte orduya katılması askerin çoşkusunu artırdı. 24 Ağustos’da Emir Sultan’ında yer aldığı saldırı çok şiddetli oldu ise de, şehrin alınmasına yetmedi. Bu kuşatma Sultan II.Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa’nın isyanı üstüne kaldırıldı. Artık İstanbul’un fethi Sultan Murat’ın oğlu’na kalmıştır.

FETIHTEN ONCE ISTANBUL

Fetih öncesinde Bizans güçlü bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı. İmparatorluk Konstantinopolis şehriyle sınırlı hale gelmişti, toprakları Konstantinopolis’ten başka Marmara kıyısındaki Silivri Kalesi, Vize ve Misivri gibi küçük kasabalardan ibaretti. Buralar da Osmanlılar tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. Surdışındaki küçük Bizans kasabalarının Osmanlı sınırlarına katılmamış olması ise direnmelerinden değil, buraların çok ciddiye alınmamasından ve hedefin önce Konstantinopolis olmasındandı. Kaldı ki son kuşatmaların başarısız olmasının sebebi ordu değil, daha çok Osmanlı’nın iç sorunlarıydı.

Bizans’ın gücü bu dönemde bir imparatorluk gücü değildi. Bizans imparatorları da artık Osmanlılara itaatini sunmuş ve her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etmişlerdi. Osmanlılar için artık karşılarında Bizans İmparatorları yerine kendilerine haraç veren küçük Tekfurlar vardı. Konstantinopolis de bir imparatorluk başkentinden ziyade dini bir merkezdi. Hıristiyan dünyasının İslam dinine ve Müslüman ordulara karşı en son ve en güçlü kalesiydi ve kesinlikle düşmemeliydi. Bu yüzden Papa önderliğiinde bu kaleyi korumak için yeni Haçlı Seferleri örgütleniyordu.

Bu dönemde Osmanlı akınlarından ve kuşatmalarından bunalan Bizans’ın önemli sorunu, Hristiyan dünyasındaki örgütlenmenin Ortodoks ve Katolik olarak ikiye ayrılmış olmasıydı. Bu ayrılık Hristiyan Avrupa’nın Ortodoks Bizans’ı yeterince kollayamaması anlamına geliyordu. Bu ikiliği gidermek için çaresizlik içinde çırpınan İmparator ve Patrik, 1439’da Floransa Konsili’nde Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi de Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi kavgasında zoraki de olsa bir ittifak dönemi başladı. Böylece yüzyıllardır süren Ortodoks-Katolik çatışması, Osmanlı’nın baskısıyla kısa süreli de olsa donduruldu. Ancak bu anlaşma Konstantinopolis halkı tarafından hiç de hoş karşılanmadı ve Ayasofya’daki resmi kutlama törenleri halkın sert protestolarıyla karşılaştı. Bizans halkı Konstantinopolis’de Avrupalı’yı görmek istemiyor, yeni bir latin dönemi yaşamaktan korkuyordu.

Floransa Konsili’nde sağlanan birleşmeden sonra kurulan güçlü Haçlı Ordusu, Rumeli’yi 1443 ve 1444’de istila etti.Fakat 1444’de Osmanlı’nın kazandığı Varna Zaferi ile Haçlıların önünü kesti.

Bu son savaş Kostantinopolis’in alınyazısını belirledi. Osmanlı’nın Anadoluya ve Rumeliye yayılan genç İmparatorluğu için Kostantinopolisi fethetmek artık tersi düşünülemez bir mecburuyetti. İmpaaratorluk topraklarının tam kalbindeki bu yabancı unsur ortadan kaldırılmalıydı; çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin gerçek anlamda birbirene bağlanması Kostantinopolisin fethiyle mümkündü.

ISTANBUL’UN FETHI

İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ıın kontrolünü sağlamak için Rumeli hisarı inşa edildi. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizansın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Ceneviz’lilerin elinde bulunan Galata’nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı. Fetihin kronlojisi şu şekildedir :

6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St.Romanüs Kapısı (Şimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç’ten Marmara’ya kadar kuşatıldı.

6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.

9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç’e girmek için ilk saldırıyı yaptı.

9-10 Nisan 1453: Boğazdaki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.

11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı.Yer yer gedikler açıldı. Sürekli dövülen surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.

12 Nisan 1453: Donanma Haliç’i koruyan gemilere saldırdı fakat Hristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yolaçtı. Fatih Sultan Mehmed’in emri üzerine havan topları ile Haliç’deki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.

18 Nisan 1453, Gece : Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.

20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans’ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen, kendilerinden büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyemedi. Bu başarısızlık Osmanlı Ordusunda bir bozgun etkisi gösterdi. Asker orduyu terk etmeye başladı. Hemen sonra bu durumden istifade etmek isteyen İmparator bir barış önerisinde bulundu.

Sadrazam Çaldarlı Halil Paşa’nın desteğiyle bu öneri reddedilerek, kuşatmaya ve surların büyük toplarla dövülmesine devam edildi.

Bütün bu bozgun havası içinde Fatih Sultan Mehmet’e şeyhi ve hocası Akşemseddin’in fetih müjdesi mektubu geldi. Fatih Sultan Mehmet bu manevi desteğin de etkisiyle bir yandan saldırıyı şiddetlendirirken, öte yandan herkesi şaşırtan yeni girişimlerde bulundu: Dolmabahçe’de demirlenen donanma karadan Haliç’e indirilecekti.

22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed’in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karada seyrettiği gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç’e inmişlerdi.

Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç’de görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bu arada Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.

28 Nisan 1453: Haliç’deki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surlarıda ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı.

İmparator’a Ceneviz’liler aracılağıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. Eğer teslim olunursa serbetçe istediği yere gidebilecek, halkın canı ve malı güvende olacaktı. İmparator bu teklifi kabul etmedi .

7 Mayıs 1453: 30.000 kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.

12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.

16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans’ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu.

Aynı gün Haliç’deki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.

18 Mayıs 1453: Hareketli ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizans’lılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan herdekleri boşalttılar.

Sonraki günlerde surların yoğun top ateşiyle dövülmesi sürdürüldü.

25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator’a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey’i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenlerde mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.

26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan’da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çaldarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmayı kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı.

Saldırıya devam etme kararı alındı ve hazırlıkları yapma görevi Zağanos Paşa’ya verildi.

27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.

28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda, tam bir sessizlik hakimdi. Fatih Sultan Mehmed safları dolaşarak askeri yüreklendirdi.

İstanbul’da ise bir dini ayin düzenlendi, İstanbul Ayasofya’da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizansın son töreni oldu.

29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu.

Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed’in yüreklendirmesiyle gögüş göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağını diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Belgrad kapıdan Yeniçeriilerin içeri girmesi ve Edirnekapı’daki son direnişçileri ardından çevrilmeleri üzerine Bizans savunması çöktü.

Askerleri tarafından yalnız bırakılan İmparator sokak çatışmaları sırasında öldürüldü. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Fatih Sultan Mehmed öğleye doğru Topkapı’dan şehre girdi, doğruca Ayasofya ‘ya girerek burayı camiye çevirdi. Böylece bir çağ açılıp, bir çağ kapandı.

FETHIN SONUÇLARI

İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek olan sonuçları vardır. Bu nedenle bir çok tarihçi İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın sona erdiğini kabul eder.

Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuş bulunan çok sayıdaki Türk Beyliğine karşı üstünlüğünü pekiştirmiş bulunuyordu. Bu nedenle İstanbul’un fethi, Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında önemli bir etkendir.Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin değil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra başlar . Böylece Osmanlı Beyliği bir dünya devleti haline gelecektir.

Fetihten sonra, Osmanlı liderliğindeki İslam, dünya politakasının temel dinamiklerinden biri olmuştur. O dönemde Eski Dünya’da yaşanan bütün uluslararası olaylarda Müslümanların belirleyici bir rolü vardır.

Avrupa Hrıstiyanlığı yaklaşık üç asır boyunca Haçlı Seferleri ile İslamiyeti Ön-Asya’dan çıkarmaya çalışmıştı. Bu mücadelede İstanbul Haçlılar için bir sınır karakolu işlevi görüyordu. İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliği Hrıstiyan dünyasınca kesin olarak kabullenilecek ve bir daha bu toprakları kurtarmak için Haçlı seferi düzenlemeyecektir. Aksine İslam Avrupa içlerine yönelecektir. İstanbul’un Fethi Müslümanlar için Avrupa’ya karşı kazanılmış ve uzun yıllar sürecek bir üstünlüğün başlangıç noktasıdır.

İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından önemli olmasının bir diğer sebebi de Rönensans üzerindeki etkisidir. Fetih’ten sonra bir çok Bizans’lı düşünür ve sanatçı yanlarına çok değerli yazma eserleri de alarak, çoğunlukla Roma’ya göç ettiler. Bu kimseler klasik Yunan kültürüne dönüşte önemli rol oynadılar ve kısa bir süre sonra Avrupa’da Rönensans hareketi başladı.

FATİH SULTAN MEHMED

1432-1481 yılları arasında yaşamış yedinci Osmanlı padişahıdır. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır.

Küçük yaştan itibaren eğitimine büyük önem verilen Şehzade Mehmed, Molla Yegan, Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından yetiştirildi. Dönemin geleğine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için Manisa Sancakbeyliğine tayin edildi. Mükemmel bir eğitimle, matematik, geometri, hadis, tesir, fıkıh, kalem ve tarih bilimleri tahsil etti. Tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpca öğrendi. Kudretli bir asker olduğu kadar geniş görüşlü birfikir adamı olarak yetişti. Edebiyatla da ilgilenen Fatih, şiirde devrinin üstadları arasında yer aldı ve “Avni” mahlasıyla edebi değeri yüksek şiirler yazdı. Sarayda yazılan ilk divan Fatih’e aittir.

Fatih Sultan Mehmed, Manisa Sancakbeyi iken babası Sultan II.Murad’ın tahttan çekilmeye karar vermesi üzerine padişah ilan edildi. Tahtta çocuk yaşta birinin olmasından cesaretlenen Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladılar. Osmanlılar’ı Avrupa’dan atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Bunun üzerine Sultan II.Murad ordunun başına geçti ve Varna Meydan savaş’ında Haçlı Ordusunu yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra Sultan II.Murad tekrar devletin başına geçti. Fatih Sultan Mehmed Manisa’ya gönderildi. İkinci şehzadelik döneminde de yine dönemin önemli bilginlerinden ders almayı sürdürdü.

Sultan II.Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed başkent Edirne’ye gelerek ikinci kez tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk işi İstanbul‘un fethine ilişkin şehzadeliği dönemlerinden beri tasarladığı planları uygulamak oldu.

Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da Avrupa’da görülmemiş büyüklükte toplar ısmarladı ve bir donanma kurdu. Saldırı gününde komutayı doğrudan üstlendi.

İstanbul’un fethinden sonra Tuna’ya kadar hakim olmaya ve Sırp sorununu çözmeye yöneldi. Sırbistan’ın Osmanlı hakimiyetine girmesini sağladı. Fetih hareketlerine devam ederek Cenovalılar’ın ticari limanı Kele’yi ve önemli bir üs olan Amasra’yı ele geçirdi. Ardından Sinop’u alarak Candaroğulları’na, Trabzon’u alarak Pontus Devleti’ne son verdi. Midilli Adası’nı Osmanlı topraklarına kattı. Bosna-Hersek’in fethini tamamladı. Tuna güneyindeki Balkanları Osmanlı idaresinde birleştirdi. Karamanlılar’dan Konya ve Karaman’ı alarak Karaman Eyaleti’ne dönüştürdü. Venedikler’den Eğriboz Adası’nı aldı. Ayrıca Alaiye (Alanya) Beyleri’nin egemenliğine son verdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli Savaşı’nda yenerek Anadolu’yu kesin olarak Osmanlılar’a bağladı. Daha sonra Batıya yönelerek bazı Cenova kalelerini fethetti ve Kırım Hanlığı’nı Osmanlılar’a bağladı. Arnavutluk’u ele geçirdi. Güney İtalya’daki Otranto Osmanlılar’ın eline geçti. Bunun üzerine Papalık büyük bir telaşa kapıldı. Yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesi için Avrupa devletlerine çağrıda bulundu. Fakat Avrupa devletleri buna cesaret edemediler.

Fatih Sultan Mehmed, 1481 ilkbaharında yeni bir sefere çıkarken Gebze yakınlarında vefat etti. Bazı araştırmacılara göre zehirlenerek öldürülmüştür.

DEVLET VE BİLİM ADAMI FATİH SULTAN MEHMED

Benzerine çok rastlanmayan son derece yoğun bir eğitimden geçen Fatih Sultan Mehmed, daha çocukluğundan itibaren büyük ber devlet adamı olmak üzere yetiştirildi.

Üstün bir komutanlık özelliğine sahipti. Çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en iyi şekilde kullandı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına son derece özen gösterirdi. Topçuluğa gerekli önemi veren ilk padişahtır. Fatih’ten önce top, bütün dünyada sesiyle düşmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edeceği ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düşünülememişti. Fatih bütün bunların akıl ederek o tarihe kadar görülmemiş sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. Dünya çapında bir devlet kurma fikrine yürekten inanmıştı. Bu idealin gerçekleşmesi için ömrünü fetihlerde geçirdi. 30 yıl süren saltanatı boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beşide dukalık olmak üzere irili ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan yarımadasını elegeçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II.Murad’dan devraldığı Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 katına çıkardı.

Fatih Sultan Mehmed, fetihleriyle olduğu kadar, devlete düzenli sürekli bir yapı kazandırmak için getirdiği düzenlemeler açısından da Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutar. Fatih kanunnamesi’yle yönetim, maliye ve hukuk alanlarında kurallar koyarak devletin işleyişini düzenledi. Geniş görüşlü ve açık düşünceli bir padişah olarak kültür ve sanat alanında gelişmeye öncülük etti. İnsanlara, inançları konusunda eşi görülmemiş bir hoşgörü gösterdi. İstanbul’u aldıktan sonra İtalyan hümanistleri ve Rum bilginlerini sarayında topladı. Ortodoksluğun tek ve en büyük koruyucusu oldu. Patrik, Osmanlı protokülüne göre vezir rutbesine eş tutuldu.

Patrik II.Gennadios’a Hristiyan inancının temel ilkelerine ilişkin bir eser hazırlattı ve Osmanlıca’ya çevirtti. Fatih Camii’nin çevresinde kurduğu sekiz medrese, İslam ilimleri alanında yüz yıl boyunca imparatorluğun en önemli öğretim kurumu oldu. Zaman zaman “ulema” adı verilen İslam ilahiyatçılarını bir araya toplayarak onların tartışmalarını dinlerdi. Bilginlere karşı büyük yakınlık gösterir, onlara saygı ile davranırdı. Osmanlı İmparatorluğu Fatih’in hükümdarlığı zamanında matematik, astronomi ve ilahiyat alanında en yüksek düzeye erişti.